honaz
Başmelek Mikael'in Honaz'a inişi


Dünya son on küsür yıldır, her köşesine belli teknolojilerin ulaştığı bir yer haline geldi. Dünyanın en geri yerlerinde bile bazı refah adacıkları bulunuyor ve oralardan bile dünyayla sürekli iletişim halinde olmak mümkün. Ellili, altmışlı, yetmişli yılların ulaşılmaz sayılan çeşitli ürünleri, starları, imkanları, dünyanın her köşesi için ulaşılır hale geldi. Bunda internetin önemli rolü olmakla birlikte hızlı iletişim sayesinde özellikle teknik anlamda belli bir dünya standardının iyice belirginleşerek dünyanın her köşesine ulaştığı gerçeği de tartışılmaz. Dijitalleşmeyle oluşan bu yeni durumun dünyayı karşı karşıya bıraktığı durum ise, başta Türkiye olmak üzere, köklü kültürel geleneğe sahip olanların lehine bir ivme çiziyor. Türk sineması ve kültürünün eskisinden daha çok ilgi çekmesinin nedeni de bu yeni gelişmede gizli. Artık Türkiye'de de, ABD'deki sinema teknolojisini kullanabilecek kişi ve donanımlar mevcut. Bu aşamada devreye, niceliğin değil niteliğin, yani kantite değil kalitenin girdiğini görüyoruz ve bu yeni değişimi, "onların anlatacağı hikayeler bitti" diye özetliyoruz. Hikayeler asla bitmez. Ama Anadolu'nun ve Türklerin; kültürleriyle, tarihleriyle, coğrafyalarıyla ve ruhsal zenginlikleriyle, anlatacak çok daha fazla şeye sahip olduklarını, artık bu klişe cümleyle ifade edebiliriz. Dünyada teknik yeteneklerin eşitlenmeye başladığı günümüzde içerik ve kalite alabildiğine önem kazanıyor. Türklerin nasıl büyük bir şansa sahip olduklarını anlamak için, Anadolu'nun kültürel derinliğine anlık geri dönüşler bile yeterli olacaktır. Onbin yıllık kesintisiz kültür tarihiyle Anadolu ve Türkiye nüfusunun beşte bir kadarının yaşadığı İstanbul, bu özelliğiyle, dünyadaki sadece üç yerden biridir. Mezopotamya, Mısır ve Anadolu dışında dünyanın hiçbir yerinde -Çin'de bile- bu kadar eski ve kesintisiz bir kültürel süreklilik görülmez. Fakat Anadolu, dünyanın ve insanlığın bu en imtiyazlı üç yerinden biri olmakla da kalmaz, birincisi olur. Çünkü hem Mısır ve Irak gibi dünyanın bütününü kucaklamakla sorunlu değildir, Doğuya ve Batıya eşit ölçülerde açıktır, hem de yaşayan kültür ve ruh potansiyeli bakımından adeta ek bir boyuta sahiptir. Bu boyut, Anadolu'ya dışarıdan gelen ve ona Mançurya'dan Macar ovasına kadar uzanan alanın kültür harmanını katan Türklerdir. Mezopotamya'nın ve Mısır'ın farklı dönemlerde uzun süreler boyunca Anadolu'nun hakimiyetinde kalmış olması bir yana bırakılsa bile, Anadolu'daki gibi uzak iklimlerin yoğunlaştırılmış ruhu hakim olmamıştır.
Anadolu'yu, özellikle de Denizli/Honaz'ı çok özel kılan, sadece bu derinlik ve anlatılacak hikayelerin çokluğu değildir. Bu hikayelerin bütün dünyayı doğrudan ilgilendirmeleri, halen yaşamakta olmaları ve dünya ruh coğrafyasıyla ilgili olmalarıdır. Üstelik Mısır'ın Aton'u yaşamıyor. Mezopotamya'nın Anınnaki'lerine artık sadece müzelerde bakılıyor. Ama yaşamakta olan tek tanrılı üç İbrahimi dinin, yani Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam'ın kutsal kitaplarında anılan iki Başmeleğinden Mikail'in, yeryüzünde ilk kez Honaz'da tezahür etiğini biliyoruz.
"Tezahür etti" diyoruz. Bu ses tonunu bağışlayınız. Madem Anadolu'nun benzersiz derinliğinden ve yaşayan hikayelerinden sözediyoruz, bu takdim yazısı da bir anlatı dili benimseyecektir. Anlatılanları bilimsel anlamda destekleyen eski kaynaklar ve akademik çalışmalar elbette mevcuttur ve bunların bazılarının adını burada anacağız.
Honaz, antik Anadolu'da Frigya'nın ve Roma'nın 'Asya' eyaletinin en önemli şehirlerinden biriydi. Dokumacılığa olan yatkınlığı ve tekstil endüstrisinde bunca ilerleyişi, dünyanın her köşesine nasip olmayacak en az ikibinbeşyüz yıllık bir tarihe sahip. Honazlılar sadece yöreye has kara koyun yünüyle, eşsiz dokumalarıyla değil, orijinal kültürleriyle ve en önemlisi söylenceleriyle çok ünlüydüler. Eski ve Yeni Ahit'in ve Kur'an'ın tek Tanrı'sının büyük meleği Mikail ile ilgili olanı, bu söylencelerin en başında gelir. Hem bu kadar eski, hem de bu kadar canlı olmasına bakarak, söylenceden öte bir fenomenle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Mikael'le ilgili söylencede Honaz'ı benzersiz kılan şey, Anadolu'nun çok tanrılı dinlerden tektanrılı dinlere geçişinin, Honaz'da bire bir gözlemlenebilmesi olduğu kadar, 'Mikail'in adının belki de ilk kez bu bölgede, Laodizea'da (Eskipazar'da) ve Honaz'da dile getirilmiş olmasıdır. Bu ad, aslında bir sorudur ve Mikail tarafından, isyankar kötülük meleğine Honaz'da sorulmuştur:
'Sen kim oluyorsun da tanrılık taslamaya kalkıyorsun?'
Mikail'ın adının anlamı böyledir ve İbranice yazılışı 'Mi Ka El', 'Kim Nasıl/Gibi Tanrı' kısaltmasıyla ifade edilir.
Hikaye çok eskidir.
Tanrı, herhalde bir melek kılığına girerek Tiberias gölünün üzerinde uçarken, kuş şeklinde gölde yıkanan şeytanı görür. Ona, kim olduğunu sorar. Kuş, "ben tanrıyım" der. "Öyleyse beni nasıl adlandırıyorsun?" diye sorar Tanrı. "Sen tanrıların tanrısı, hükümdarların hükümdarısın" der kuş. Söylenceye göre bu sözler Tanrı'nın hoşuna gider ve kuşa, suyun dibine kadar dalabilecek özellikler bahşeder ve şeytanı da tüm meleklerin başmeleği yapar. Ama yeni başmelek tahtını bulutların üzerine çıkarmaya kalkınca, başmelekleri arasından Mikael'e, şeytanı tahtından ve gökyüzündeki/cennetteki makamından indirmekle ve Cehenneme sürmekle görevlendirir (1). Danyal peygamber Mikael'in, M.Ö. 701 yılındaki Suriye savaşlarına katıldığını da söylemektedir.
İnsan ruhunu yakından ilgilendiren ve halen yaşamakta olan tek tanrılı dinlerin en önemli ortak ruhlarından biri olan Mikael'in ve onunla ilgili söylencelerin Honaz'da ortaya çıkması bir tesadüf olmasa gerek.
M.Ö. 3. Yüzyılda II. Antiochus, Honaz'a komşu Laodizea (Eskipazar) şehrini kurduğunda Honaz, Roma İmparatorluğunun 'Asya' eyaletinin önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Ancak bu tarihten sonra önemini yitirmeye başladı. Honaz, Ege kıyılarını Anatakya üzerinden İran körfezine bağlayan önemli bir ticaret yolunun üzerinde bulunmaktaydı. Tüccarların ve onlarla birlikte bilinen dünyanın her yanından gelen insanların uğrak yeriydi. Hz. Musa'nın tek tanrılı dini Yahudiliği seçenlerin Honaz'a en geç M.Ö. 200'lü yılların başında geldiği ve Honaz'daki ilk Yahudi cemaatlerinin de bu dönemde kurulduğu sanılıyor. Eski Ahit metinlerinin biraraya geldiği dönemlerde, Frigya'nın bu önemli merkezinde, o dönemlerde, daha yüzlerce yıl sürecek bir rekabet yaşanmaktaydı. Bu rekabet, çok tanrılı dinlere ve onların putlarına tapanlarla, Tanrı'nın tek olduğuna inananlar arasındaki rekabetti. M.Ö. 6'ıncı Yüzyılda Frigya'da ellibin kadar Yahudi yaşarken bile halkın önemli bir kısmı hala putperestti. Bu uzun dönemde Mikael, Tanrı'nın en önemli Başmeleklerinden biri olarak tanınıyor ve dualarda da anılıyordu. Yahudilerin arasında hızla yayılan yeni Hristiyanlık dini, putperestleri de etkiledi ve Anadolu'nun bu köşesinde yeni gerginlikler doğmasına neden oldu.
Honaz, M.S. 60 yılında yaşanan feci depreme kadar, bölgenin en önemli merkezi olmayı sürdürdü. Ama bu tarihten sonra şehir bir daha antik çağlardaki eski görkemine kavuşamadı. Bugün bütün dünyada bilinen ve Chonae'ye (yani Honaz'a) atıfta bulunan Mikael kiliselerinin kurulmasına ilham veren olay, bu tarihten sonraki dönemde yaşandı.
Honaz, ilk önce, şimdi bulunduğu yamacın dört-beş kilometre kadar kuzeyinde, düzlükte kurulmuştu ve adı Kolosse idi. Mikael'in mucizesinin yaşandığı yıllarda henüz bugünkü yerine, dağın yamacına taşınmamıştı. Şehir, Anadolu'nun Arap saldırısına uğradığı yıllarda, güvenlik nedeniyle bugünkü yerine taşınmıştır ve adını Chonae diye değiştirmiştir. Honaz adı, bu ikinci adın bugüne uyarlanmış halidir. Honaz'ın İstanbul ile ruhsal bir bağa sahip olduğunu da özellikle belirtelim. Honaz'ın kaderini, Roma İmparatorluğunun Doğu'da kurulan yeni başkenti İstanbul'la birleştiren de Mikael'dir ne O'nun Honaz'da gösterdiği büyük mucizedir.
Büyüktür, çünkü diğer mucizeler gibi birden olup insanları şaşırtan ve sonra mucizeye hikayeler yakıştırılan türden değildir. Göstere göstere gelen, gerçekleşeceği, kısa bir süre öncesinden haber verilen türden bir mucizedir.
Hz. İsa'nın havarileri Filipus ve Yohannes, Pamukkale'de Hz. İsa'nın dinini yaymaya çalışmakta ve çeşitli zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Asıl tepki, putperestlerden gelmektedir. Putperestler, bu adamların etrafında gün geçtikçe çoğalan inananlara karşı bazen terör de estirmektedirler. Hristiyanlara yapılan baskı giderek artar ve onların hayatlarını karartmaya başlar. Pamukkale'de gerilimin doruğa çıktığı böyle günlerden birinde iki havari, apar topar Honaz'a gelirler. Heyecanlıdırlar. Şehrin banliyösü Chairetopa'da bir meydanda, putperestlerin tacizlerine aldırmadan mucizeyi ilan ederler. Tam olarak ne olacağını onlar da bilmemektedir. Mikael'in kendilerinden halka söylemelerini istediği şey sadece şudur:
"Ey ahali! Tanrı'nın Ordusunun Komutanı (Artistratege) Mikael, burada yeryüzüne inecek ve büyük mucizeler gösterecek."
Havariler Honaz'dan ayrıldıktan birkaç gün sonra, halka hitab ettikleri bölgede bir su kaynağı peydahlanır. Honaz'lılar, suyun şifalı olduğunu anlamakta gecikmezler. Havariler, "Honaz'a her kim ki gelip Tanrı'ya dua eder, Mikael'i anarsa, bu kaynağın suyu onun hastalıklarını iyleştirecektir" diyerek Hristiyanlığı yayma çabalarını sürdürürler. Çevre illerden ve köylerden de deva arayanlar Honaz'a gelmeye başlar. Su, çok sayıda insanı iyileştirir ve iyileşenlerin çoğu, putperestliği terkedip Hristiyan olur. (2) Bu yenilik, putperestler arasındaki huzursuzluğu daha da artırır. Şehirdeki gerginliğin, Hristiyanlara karşı şiddet içeren bir saldırıya dönüşmesi ise, kendisinden bugün bile söz edilen bir putperestin Hristiyan olmasıyla başlar. Adam, Hristiyanlara fena halde düşmandır, hatta şifalı su kaynağını bozmayı bile planlamaktadır. Adamın sağır-dilsiz bir kızı vardır. Bir gece rüyasına, tüm haşmetiyle Mikael girer ve adama, kızını su kaynağına getirip, sudan içirmesini öğütler. Melek adama, "eğer inanırsan, eve üzgün dönmeyeceksin" der. Adam uyanır uyanmaz kızıyla birlikte Honaz'ın yolunu tutar. Suyun başına gelince ellerini açıp Tanrı'ya dua eder, Tanrı'nın baş komutanı Mikael'in adını anar ve kızına sudan içirir. Kız konuşmaya başlayınca Honaz'da yer yerinden oynar. Adam ve ailesi Hristiyan olurlar. Onları hemen başka aileler izler. Ama Honazlı putperstlerin aralarında bir toplantı yapıp, su kaynağını bozmaya ve Honaz'ın Hristiyanlaşmasını ne pahasına olursa olsun durdurmaya karar vermeleri, ikinci bir gelişmenin doğrudan sonucudur. İyileşen sağır-dilsiz kızın babası, sadece Hristiyan olmakla kalmayıp, su kaynağının yanına, suyu koruması için Mikael'e atfettiği bir dua evi inşa eder. İşte bu, Honaz'ın ilk kilisesidir.
Söylenceye göre, bu olaydan doksan yıl kadar sonra, Pamukkale'den ilk Hristiyan din adamı Archippus, Honaz'a gelir ve bu dua evinin papazı olur. Gelen herkesi şaşırtmıştır, çünkü sadece on yaşında güzel bir çocuktur. Onun gelişi, putperestleri çok kızdırır ve onun yönettiği pazar ayinleri, bardağı taşıran son damla olur. Bu arada, aradan geçen sürede, şifalı suyun ünü, putperestlerin arasında da bütün Frigya'da iyice yayılmıştır ve Hristiyan olan ailelerin sayısı da artmıştır.
Putperest Honazlıların ileri gelenleri, bu işe bir son vermeyi kararlaştırırlar. kazma kürek suyun başına gelip, kaynağı bozmaya çalışırlar, ama kaynağa kazma da kürek de işlemez. Söylenceye göre putperestlerin ileri gelenleri bunu bir gurur meselesi yaparak, Hristiyanların düşmanı olduğunu bildikleri şeytandan yardım isterler. Onlara şeytan, beşbin kişiden oluşan büyük bir işçi ordusu kurmalarını tavsiye eder. Amaç, kaynağı beslediğini düşündükleri nehrin yatağını değiştirmek ve küçük kiliseyi yapay bir sel ile yıkmaktır. Şeytan teknik bir öneride bulunur. Yakındaki iki nehirden açılan su kanalarıyla, kiliseden daha yüksekteki çukurluk bir alanda su biriktirilecek, bir baraj gölü oluşturulacak ve sonra da set açılıp, kilise selle yıkılacaktır. Tabii şifalı su kaynağı da sular altında kalacak, tahrip olcaktır. Plan budur. İşçiler çalışmaya başlar. Hristiyanların elinden birşey gelmez. İşçileri ve Honazlı kızgın putperest tüccarları engelleyemezler.
On gün içinde kilisenin yükseğinde koca bir göl oluşur. Şehrin ileri gelenleri ve putperestler, setleri kaldırıp kiliseyi ve su kaynağını boğacakları gün için bir de şölen düzenlerler. Hepsi toplanıp, setlerin açılacağı anı beklemeye başlarlar. Ama küçük Archippus küçük kilisesini terketmez ve kaderini kilisesinin önünde beklemeye başlar, Tanrı'ya ve Mikael'e dua etmektedir. Nihayet setler kaldırılır ve vahşi bir su, ağaçları devirerek, önüne çıkan herşeyi süpürerek hızla ilerlemeye başlar. O anda, seli seyretmekte olanların gözlerinin önünde gökten bir ateş sütunu iner ve Başmelek Mikael, tam kilisenin önünde görünür. Melek kanatlarını açar, sol elini, dur işareti yaparak zarif bir şekilde suya doğru uzatır. Vahşi sel suyu, tam ortasından ikiye ayrılarak kiliseye dokunmadan durur, görünmeyen bir kabın içindeymiş gibi kendiliğinden birikmeye, tepelenmeye başlar. Kilisenin önünde, on insan boyunda ve yayvan bir su dağı oluşur. Mikael, sol eliyle su dağını öylece tutar. Bunu şaşkınlıkla izleyen putperestler, olanları daha yakından görebilmek için, şölen kıyafetleriyle, tepelenen suyun kenarına kadar gelirler. Mikael, sağ eliyle uzun tahta kılıcını çeker ve suyun hemen önündeki kocaman yekpare kayayı bir vuruşta ikiye böler. Kayanın yarılmasıyla birlikte su, açılan büyük yarıktan, hızla, bir yeraltı boşluğuna doğru akar ve akarken, yakınındaki putperestleri de çukura sürükler.
Mikael'in bir savaşçı melek olduğu bilinmesine rağmen, daha çok şifacı yanının ön plana çıkartılması geleneği, bu olayın ardından sona erer. Mikael'in askeri gücüne de şahit olan şehir halkı, Hristiyan olur. O gün Honaz'da ne olduğu, nasıl olduğunu sadece söylenceden değil, zamanın realist eski kaynaklarından öğreniyoruz. İnsanları derinden etkileyip sarsan birşeylerin olduğunu ve bunun bir hikayeden ibaret olmadığını, başka kaynaklardan da doğrulayabiliyoruz. Yaşananların sonuçları arasında en ilginç olanı, neredeyse üçyüz yıl boyunca Hristiyan olmamakta direnenlerin toptan hemen Hristiyan olması değildir sadece. Hristiyan olanların çok aşırı bir Mikael inanışı/kültü başlatmalarıdır. Bu konuda o kadar aşırıya kaçmışlardır ki, Pamukkale'den ve diğer komşu bölgelerden gelen Hristiyan din adamları Honazlıları, Mikael'i Tanrı'dan daha çok övmekle suçlamış ve bundan vazgeçmeleri konusunda uyarmışlardır. Ve Mikael'e, eski putlar gibi tapmamalarını istemişlerdir. En geç üçüncü yüzyılda olduğu sanılan bu mucizenin izleri o kadar derindir ki, mucize ilk kez yazıya geçirilip, beşinci yüzyılda bütün Hristiyan aleminde anlatılmaya başlandığında, halk arasında en çok konuşulan konulardan biri olduğunu söylemek mümkün. 590 yılında Roma bir veba salgınıyla pençeleşirken Papa I. Gregor Roma'da, Hadrian'ın türbe-şatosunun üzerinde Mikael'i gördüğünü, kendisine veba salgınının sonunu müjdelediğini söylemiştir. Melek, Tanrı'nın gazabının işareti olan kılıcını kınına sokmuştur. Veba sona erince binanın adı 'Melekler Şatosu' olarak değiştirilir. Binanın adı (Castel Sant'Angelo) bugün de aynen korunmaktadır. Doğu Roma İmparatorları İstanbul'da, Mikael'in anısına ve şerefine onbeş kadar kilise vakfetmişlerdir.
Honaz söylencesinin İstanbul'dan dünyaya yayılmaya başladığı daha sonraki dönemde 6 Eylül günleri, Hristiyanlığın (ve daha sonra İslam'ın) dört Başmeleğinden biri olan Mikael'in günü olarak kutlanmaya başlanmıştır. Mikael, İstanbul'un kuruluşundan itibaren şehrin ve hükümdarlarının da koruyucusu olmuştur. Mikael'in İstanbul'u korumak için iki kez doğrudan devreye girdiği de söylenir. Bunlardan ilki, 626'da Balkanlar üzerinden gelen Avar/Slav akınına karşıdır, ikincisi de 676'da, İstanbul'un Araplar tarafından kuşatılması sırasındadır.
Üçüncü yüzyılda bir zaman, Honaz'ın, yani Chonae'nin hemen yakınında, Lykos nehrinin kıyısında, Pamukkalele'ye gitmek üzere yola çıkan bir kafileye göründüğü rivayet edilen Mikael, bu bölgede yüzlerce yıldır şereflendirilmekteydi. Honaz mucizesine atfen, dünyanın çeşitli yerlerinde 'Honaz Mucizesi' ve 'Mikael' kiliseleri inşa edilmiştir. Bu olaydan sonra yerel çoktanrılı kültlerin bölgeden tamamen silindiği de kesindir. Bölgenin Hristiyan olması, aynı zamanda Mikael'i öven bir karakter de kazanmıştır ve bu durum, bölgenin 12'inci yüzyılda Müslümanlaşmasına kadar sürmüştür.
Savaşçı karakteri çok sonra ağırlık kazanan Mikael'in bu ilk anıldığı yoğun dönemde Anadolu'da, daha çok bir doktor, gereğinde güç de kullanıp cezalandırabilen bir sağaltıcı olarak tanındığı görülüyor. Halk daha çok, onun iyileştirici mucizelerini övüyordu.
Kyrro'lu Theodoretos, 450 yılında Kolossae'de, büyük Mikael kilisesinin inşasından yüz yıl önce küçük bir Mikael şapelinin bulunduğunu yazıyor. Kilisenin açık arazide yer aldığından, sürekli saldırı tehdidi altında bulunan şehir ve kilisenin, dağ eteklerine taşınması daha önce de düşünülmüş olmalı. Taşınmadan çok önce, Doğu Roma imparatoru I. Justinian'ın, komşu Kadmos dağının eteklerine bir kale yaptırdığı bilniyor. Şehrin, 787 yılındaki İznik Konsili belgelerinde henüz Kolossai diye adlandırdığına bakılacak olursa ve daha sonraki kaynaklar gözönünde bulundurulursa, ancak 8'inci yüzyıldan itibaren Chonae isminin iyice benimsendiği anlaşılır. Honaz adının da bu tarihten sonra kullanıldığı bellidir. Lykos vadisindeki Mikael kilisesinin 1189'da yıkılışına dek, "Chonea'lı Kutsal Mikael Kilisesi" adını taşıdığı söyleniyor. Akan Lykos nehrinin doğu kıyısında kilisenin kalıntılarının bulunduğu, yeni kaynaklarda yer alıyor (3).
Tek tanrılı dinlere göre Başmelekler, Tanrı'nın ilk yarattığı ve belli görevler verdiği ilk ruhlar sayılıyor. Danyal peygamberin ifadesiyle Mikael, Tanrı tarafından "seçilmiş olanların koruyucusu"dur. Anadolu'da ortaya çıkışı ve orada gösterdiği mucizeler nedeniyle Ortodoks kilisesinde özel bir yeri ve önemi bulunmaktadır. Mikael'in görevleri arasında en önemlisi, kötülük meleğini yenmek için onunla savaşmaktır. Tanrının kelamını ve düşüncelerini insanlara getirmek, insanların iyiliklerini Tanrı katında savunmak da görevleri arasında. Ama Tanrı'nın emriyle, Adem ve Havva'yı Cennet'ten çıkaranın da Mikael olduğunu unutmamak gerek. O aynı zamanda, "Tanrı gibi olmak" isteyen kötülük meleğinin tıkıldığı Cehennem'in de bekçisidir. Ama Cehennem'le ilgili görevlerini hiç de severek yapmadığı anlaşılmaktadır. Eski bir Hadise göre, Hz. Muhammed Mikael'i görür ve Cebrail'e sorar: "Mikael'in yüzü neden hiç gülmüyor?" Cebrail'in yanıtı şöyle olur: "Cehennem ateşi tutuşturulduğundan beri Mikael'in yüzü gülmemiştir." (4)
Başmelek Mikael'in asıl görevi, Tanrı'nın ordusuna komuta ederek, bir son savaşla şeytanı ve ordusunu yenmektir. Bu savaş, savaşa katılacak melekler ordusunun savaş düzeni hakkında ayrıntılı bilgileri de, Hristiyanlık öncesi Yahudi kaynaklarından alıyoruz.
Honaz'da ilk Yahudi cemaatlerinin ortaya çıktığı M.Ö. 3'üncü yüzyılda, 72 Yahudi din adamının bir araya getirdiği Eski Ahit metinlerinde (Septuaginta) Mikael'in adı Archistrategos (Tanrı'nın ordusunun komutanı) sıfatıyla iki kez geçer. (5) Mikael'in bir büyük savaşla birlikte anan ve onu melekler ordusunun komutanı olarak anlatan, birinci yüzyıldan kalma Qumran el yazmaları arasında, sırf son savaşı anlatan bir gizli el yazmaları rulosu bulunmaktadır. (6) "Işığın oğullarıyla karanlığın oğulları arasındaki savaş"ta, Tanrı'nın melek ordusu, bir hilal şeklinde dizilmiştir. Ordunun başında, Tanrı'nın dört Başmeleği Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail, eşit komutanlar olarak bulunmaktadırlar. Ama Mikail, eşitler arasında birinci komutandır ve kırmızı renkli bir bayrakla temsil edilmektedir. Mikael'in aslen savaşçı bir melek olarak tanınması, Hristiyanlık döneminde pekişmiştir. Yahudilik döneminde daha çok sağaltıcı yanı ön plandadır. Müslümanlık döneminde Mikael, Hz. Muhammed'e Tanrı kelamını getiren Cebrail'den sonra ikinci önemli melek olarak tanınmıştır. Mikael, askerlerin koruyucu meleği olması, hilal şeklinde dizilen bir orduya komuta etmesi ve bayrağının kırmızı olması nedeniyle, eski göçebe Türk geleneğindeki mitolojik bir savaş meleğiyle de benzerlikler göstermektedir. Ayrıca Anadolu'da Türklere özgü mistik İslam'ın yayılmasını ve kalıcı olmasını sağlayan tahta kılıçlı erenlerin mücadeleci ruhuyla Mikael arasında ruhsal bir ilişki bulunduğu da söylenebilir. Bu konuda eski göçebe geleneğinin meşhur amentüsü çok şey söyler. Buna göre Türkler, "Sonsuz Tanrı'nın Gücüdür", yani ordusudur. (7)
İslami kaynaklara göre Mikael, Tek tanrılı dinlerin atası sayılan Hz. İbrahim'i ziyaret eden üç melekten biridir. Göğün yedinci katında oturmaktadır ve Tanrı'nın Cennet'teki evine dua için gelen meleklerin imamıdır.
Honaz böylesine önemli bir ruhsal kişiliğin, varlığın, bütün dünyayı kapsayacak boyutlarıyla ortaya çıktığı en önemli coğrafi merkezdir. Ve bu kutlu olayın Honaz'la yeniden biraraya getirilmesi, kutlanması, Honaz'ın benzersiz tarihinin yeniden canlandırılması, Honaz'da Tanrı'nın Melekler Ordusu komutanı Başmelek Mikael'in kılıcının değdiği rivayet edilen kayadaki o geniş yarığın yeniden hatırlanması ve ziyaret edilmesi, en başta Honaz'a ve Frigya'nın bugünkü ardılı Denizli'ye emsalsiz büyüklükte yeni bir ruh katacaktır. Hayata, dünyaya, ruh ve anlam kazandırmak, modern insanın eksikliğini hissettiği en önemli yükselen gerçek değerlerden biridir. Dünyanın başka yerlerinde bu eksiklik bazen yapay çabalarla kapatılmaya çalışılıyor. Anadolu ise, bu konuda dünyanın en derin yerlerinin belki de birincisidir. Sadece hatırlamak edimi bile, tekniklerin eşitlendiği günümüz dünyasında, Anadolu'yu gene en öne ve en yükseğe taşıyacaktır.
Kaynaklar:
1. Hristiyan Bogomillerin 15'inci yüzyıldan kalma gizli el yazmalarından (apokriph) "Tiberias Gölü Söylencesi"nde.
2. Honaz söylencesi ilk kez 427 yılında, İstanbul'da, Konstantiniye Patriği Archippos tarafından yazıya geçirilmiştir.
6'ıncı yüzyıldan kalma, eldeki en eski kaynağa dayanarak daha sonra 1889'da yeniden Max Bonnet tarafından derlenip yayımlanan kitap, "Narratio de miraculo a Michaele archangelo Chonispatrato" adını taşımaktadır. Daha sonra bu kitaptan iki yeni kitap daha yazılmıştır, ama ikisi de bu ilkine dayandığı için önemli değillerdir.
3. Jahannes Peter Rohland, "Der Erzengel Michael" 1977.
4. Muinüddin Hirevi'nin Hadis kitabı.
5. Danyalın kitabı 8.11 (ve Jos. 5.14)
6. Eduard Lohse, "Die Texte aus Qumran" 1964
7. Bu eski Türk amentüsü, "Köke Möngke Tengrin Güçündür" sözleriyle ifade edilirdi ve bazen eski fermanlarda (mesela CengizHan'ın fermanlarında) da yer alırdı.